1 Şubat 2010 Pazartesi

ya ben derdimi tam anlatamadım bizim bir arkadaş var o daha iyi anlatıyor

O akşam da evde oturmuş her günkü gibi günün genel bir muhasebesini yapmaya başlamıştım ki önümdeki dosya kağıdına attığım tarihi görünce bu eylemimden vazgeçtim. Bugün günün muhasebesini yapmayacaktım. Hayır dostlarım, hayır sandığınız gibi değil. Bu vazgeçişimin sebebi "bundan sonra hiç günlük muhasebe yapmadan, tıpkı bir umarsız gibi, yaşadığım şeylerden eğrisiyle doğrusuyla hiç pişmanlık duymadan yaşayacağım lan" diye ani bir karar vermem değildi. Evet yapacaktım, bu benim yapımda vardı. Irsi bir şeydi bu ve her ne kadar "carpe diem" fikri bana cazip görünse de elden bir şey gelmiyordu. Yapmalıydım, yapmıştım, yapacaktım. Ama bugün günlük muhasebe yapmayacaktım, çünkü tarih benim doğum günümü gösteriyordu. Hiç polemiğe girmeden kimine göre 24 yıllık, kimine göre 25 yıllık ömrümün muhasebesini yapacaktım. Gerçi 1 yılın benim hayatımda esamesi bile okunmazdı. Bir yıllık zaman dilimi belki birçok insan için hayatının dönüm noktalarından birini kapsardı ama benim hayatımınkinde ne yazık ki kapsamıyordu. Çünkü hayatımda hiçbir zaman dönüm noktaları, çok önemli olaylar olmamıştı. Ortalama, sıradan belki de olması gerektiği gibi benim kendi hayatımın öznesi değil, nesnesi olduğum bir hayatım olmuştu. Hiçbir zaman hayatımdan çok da memnun olmasam da, Hergün "Eveet ne aldık, ne verdik bugün?" diye sayfalar dolusu hesaplar yapsam da ne memnuniyetsizliğimi gidermek için, ne de muhasebeler sonucu çıkardığım düz bir çizgi gibi olan istikrar çizelgesini yükselişe geçirmek için en ufak bir adım bile atmıyordum. Yaptığım günlük muhasebeler sadece kağıt masrafından ibaretti. Düz bir çizgi şeklindeki muhasebe çizelgesine bir kez daha şöyle bir baktım ve bilimsel bir şekilde yorumladım. Evet benim hayatıma bir durultu çökmüştü. Bu çizelge bende bir "adam sen de"cilik, bir "dur hele bir dur"culuk olduğunu ve bunun benim bütün ömrümü kapsadığını gösteriyordu. Hemen şüphe ve korku ile yerimden kalktım ve içeride, salonda pirinç ayıklayıp, televizyon izleyen annemin yanına gittim."Bütün gerçeği bilmek istiyorum! Her şeyi şimdi bütün çıplaklığıyla bana anlatacaksın!" diye öfkeyle haykırdım. Zavallı kadın başını öne eğip "Dur ses etmezsem, bulaşmazsam bağırır bağırır gider bu deli oğlan, gider bu çılgın oğlan... Evet gider... Gitmeli" gibi yanlış bir mantalite edinerek kendine hızlı hızlı ayıklamaya başladı pilavlık baldo pirinci. Ama hayır ısrarlıydım, bir takım haklı şüphelerim vardı ve direttim. Israrlarıma sonunda dayanamadı ve "Ne istiyorsun yavreemm? Bugün pazar yaptım, bütün param bitti valla yok. Daha ne istiyorsun?" diyerek astı suratını, ağlamaklı oldu. "Paran pulun senin olsun kadın. Bana sadece gerçeği söyle!" dedim ve "Yaaa anne yaaa biz nerden geldik?" diye sordum. "Nasıl nerden geldik oğlum, Sivas'tan geldik işte" diye boynunu bükerek cevap verdi. "Yaa onu sormuyorum" diye itiraz ettim ve "Gün oluyor çoğu kişiyle konuşuyorum, muhabbeti kıt bir insan olduğum için apansız soruyorum -siz nerelisiniz-diye... Evet genellikle Bursa, Kars, İzmir, Kayseri diye cevaplıyorlar. Ama ardından da yok benim dedem aslında Selanik'ten gelmiş de, yok benim dedem Horasan'dan gelmiş de, yok Girit de, yok Kırım da diye ekliyorlar. Hayır, bir biz mi tarihimizle övünmüyoruz bir biz mi utanıyoruz nereden geldiğimizden anlamıyorum. Niye bizim ailede dedemlerin geldiği yer saklanıyor, hiç muhabbeti edilmiyor. Söyle gerçeği bana biz Sivas'a nerden gelmişiz?" diye de ekledim. Annem biraz düşündü ve "Benim dedemgil de Sivas'talarmış hep" dedi. "Biraz hafızasını yoklamasını iyi düşünmesini, mümkünse teyzemleri arayıp sormasını salık verdim. Düşündü, yokladı, aradı. Yok, onlarda da herhangi bir göç konusunda bir bilgi mevcut değilmiş annem teyzemleri aradıktan sonra yok anlamında başını salladı, ben de "Hmmm şimdi herşeyi anlıyorum" anlamında başımı salladım. Biz öyle karşılıklı kafamızı ters istikametlerde sallarken, birden annem "Evet anlamında" benimle aynı istikamette başını sallamaya devam etti. "Nooldu anne bişey bir bilgi mi hatırladın" diye sordum. "Yok, da sen öyle sinirli gözlerle kafanı sallıyınca, senin suyuna gideyim, sana yaranayım da bana bulaşma diye öyle sallamaya başladım " dedi. Yok, yere zavallı kadını da korkutmuştum. Yanağından öptüm ve pirincin taşını beraber ayıklayarak babamın gelmesini bekledik. Ona da sordum o da bilmediğini, duymadığını söyledi. "Nasıl olur yaa? İki sülale de yüzyıllardır Sivas'ta mı oturmuş? Yav kardeşim bir insan hiç mi gezip dolaşmak, dış dünyayı görmek istemez! Ne yani herhangi bir zorunlu göç de yok diye hep orda mı takılmışlar. Pes yani bu kadar mı geniş olur bir insan yaa!" diye isyan ettim. Gülüp geçiştirdiler konuyu. Çaresiz odama gittim. Daha önce de dedim ya nasıl ki hiçbir getirisi olmadığı halde günlük muhasebe yapmam, yapılan her işi evraka dökmem, bu bi boka yaramayan evrakları tıpkı evdeki 20 yıllık su faturalarını saklar gibi saklamam ırsi ise benim bu duruntum, bu "yav iki dakka bi otur"cu tavrım da ırsiydi. Yüzyıllardır herhangi bir merakı ve maceracı ruhu olmayan atalarımın bana mirasıydı. Aslında çevre zorlamasa "Bu tavır bir insan için süper, ideal bir tavırdır. O istikrar, hareket çizelgesi yukarı çıksa ne yazar, aşağı düşse ne yazar" derim ama neyleyim ki çevre faktörü var. Yaşadığımız yıllarda, İstanbul gibi kozmopolit bir yerde insanlar istiyorlar ki hep bir hareket olsun, bir kıpır kıpırlık bünyeye hakim olsun istiyor. Misal gençsin, sonuçta sen de bir rahip değilsin bir takım ilişkilere girmek istiyorsun ama karşı taraf yadsıyor senin bu durgunluğunu. Böyle yaşayan biri olarak ikna kabiliyeti haliyle düşük biri, durumun güzelliğini süslü cümlelerle anlatamayacak biri olduğun için de iki güne kalmadan kaçırıveriyorsun elinden şahane bebeği. Doğal olarak tercih ediyor o kişi daha aksiyonlu şahısları, daha "Eee napıyoruz şimdi?"ci şahısları. Varsın tercih etsin diyorsun ama moralin de bozuluyor. Zaten moralinin bozulmasından başka bir şey de elden gelmiyor. Böyle bir sülalenin tercih edeceği en güzel meslek olan memurluk mesleğine sahip bir babanın size empoze ettiği kültürle büyüdüğünüz için bi de bu duruntuya korkaklık ve ortayolculuk da ekleniyor iyice lanetleniyorsunuz. Artık iflah olmaz bir "Aman aga hiç işim olmaz" adamı oluyorsunuz. Ne Müslüm Gürses gibi oluyorsunuz, ne de Mor ve Ötesi gibi kaygılar taşıyorsunuz. Sizin kaygınız elinde gitarıyla arabesk tonlamalar yapan fantezi müziğin genç prensi Baha'nın kaygılarına, durumunuz onun durumuna benziyor. En fazla Baha olabiliyorsunuz. Sonuçta da doğum günü gecenizi süper çıkarımlar yaptığınızı sanarak, ama onu da beceremeyerek salak bir şekilde geçiriyorsunuz. Ama size bişey söyleyeyim mi öyle de 25 (yada 24) seneyi rahatça deviriyorsunuz, böylede... Ben bunu yaşadım, ben bunu gördüm, ben ordaydım.O akşam da evde oturmuş her günkü gibi günün genel bir muhasebesini yapmaya başlamıştım ki önümdeki dosya kağıdına attığım tarihi görünce bu eylemimden vazgeçtim. Bugün günün muhasebesini yapmayacaktım. Hayır dostlarım, hayır sandığınız gibi değil. Bu vazgeçişimin sebebi "bundan sonra hiç günlük muhasebe yapmadan, tıpkı bir umarsız gibi, yaşadığım şeylerden eğrisiyle doğrusuyla hiç pişmanlık duymadan yaşayacağım lan" diye ani bir karar vermem değildi. Evet yapacaktım, bu benim yapımda vardı. Irsi bir şeydi bu ve her ne kadar "carpe diem" fikri bana cazip görünse de elden bir şey gelmiyordu. Yapmalıydım, yapmıştım, yapacaktım. Ama bugün günlük muhasebe yapmayacaktım, çünkü tarih benim doğum günümü gösteriyordu. Hiç polemiğe girmeden kimine göre 24 yıllık, kimine göre 25 yıllık ömrümün muhasebesini yapacaktım. Gerçi 1 yılın benim hayatımda esamesi bile okunmazdı. Bir yıllık zaman dilimi belki birçok insan için hayatının dönüm noktalarından birini kapsardı ama benim hayatımınkinde ne yazık ki kapsamıyordu. Çünkü hayatımda hiçbir zaman dönüm noktaları, çok önemli olaylar olmamıştı. Ortalama, sıradan belki de olması gerektiği gibi benim kendi hayatımın öznesi değil, nesnesi olduğum bir hayatım olmuştu. Hiçbir zaman hayatımdan çok da memnun olmasam da, Hergün "Eveet ne aldık, ne verdik bugün?" diye sayfalar dolusu hesaplar yapsam da ne memnuniyetsizliğimi gidermek için, ne de muhasebeler sonucu çıkardığım düz bir çizgi gibi olan istikrar çizelgesini yükselişe geçirmek için en ufak bir adım bile atmıyordum. Yaptığım günlük muhasebeler sadece kağıt masrafından ibaretti. Düz bir çizgi şeklindeki muhasebe çizelgesine bir kez daha şöyle bir baktım ve bilimsel bir şekilde yorumladım. Evet benim hayatıma bir durultu çökmüştü. Bu çizelge bende bir "adam sen de"cilik, bir "dur hele bir dur"culuk olduğunu ve bunun benim bütün ömrümü kapsadığını gösteriyordu. Hemen şüphe ve korku ile yerimden kalktım ve içeride, salonda pirinç ayıklayıp, televizyon izleyen annemin yanına gittim."Bütün gerçeği bilmek istiyorum! Her şeyi şimdi bütün çıplaklığıyla bana anlatacaksın!" diye öfkeyle haykırdım. Zavallı kadın başını öne eğip "Dur ses etmezsem, bulaşmazsam bağırır bağırır gider bu deli oğlan, gider bu çılgın oğlan... Evet gider... Gitmeli" gibi yanlış bir mantalite edinerek kendine hızlı hızlı ayıklamaya başladı pilavlık baldo pirinci. Ama hayır ısrarlıydım, bir takım haklı şüphelerim vardı ve direttim. Israrlarıma sonunda dayanamadı ve "Ne istiyorsun yavreemm? Bugün pazar yaptım, bütün param bitti valla yok. Daha ne istiyorsun?" diyerek astı suratını, ağlamaklı oldu. "Paran pulun senin olsun kadın. Bana sadece gerçeği söyle!" dedim ve "Yaaa anne yaaa biz nerden geldik?" diye sordum. "Nasıl nerden geldik oğlum, Sivas'tan geldik işte" diye boynunu bükerek cevap verdi. "Yaa onu sormuyorum" diye itiraz ettim ve "Gün oluyor çoğu kişiyle konuşuyorum, muhabbeti kıt bir insan olduğum için apansız soruyorum -siz nerelisiniz-diye... Evet genellikle Bursa, Kars, İzmir, Kayseri diye cevaplıyorlar. Ama ardından da yok benim dedem aslında Selanik'ten gelmiş de, yok benim dedem Horasan'dan gelmiş de, yok Girit de, yok Kırım da diye ekliyorlar. Hayır, bir biz mi tarihimizle övünmüyoruz bir biz mi utanıyoruz nereden geldiğimizden anlamıyorum. Niye bizim ailede dedemlerin geldiği yer saklanıyor, hiç muhabbeti edilmiyor. Söyle gerçeği bana biz Sivas'a nerden gelmişiz?" diye de ekledim. Annem biraz düşündü ve "Benim dedemgil de Sivas'talarmış hep" dedi. "Biraz hafızasını yoklamasını iyi düşünmesini, mümkünse teyzemleri arayıp sormasını salık verdim. Düşündü, yokladı, aradı. Yok, onlarda da herhangi bir göç konusunda bir bilgi mevcut değilmiş annem teyzemleri aradıktan sonra yok anlamında başını salladı, ben de "Hmmm şimdi herşeyi anlıyorum" anlamında başımı salladım. Biz öyle karşılıklı kafamızı ters istikametlerde sallarken, birden annem "Evet anlamında" benimle aynı istikamette başını sallamaya devam etti. "Nooldu anne bişey bir bilgi mi hatırladın" diye sordum. "Yok, da sen öyle sinirli gözlerle kafanı sallıyınca, senin suyuna gideyim, sana yaranayım da bana bulaşma diye öyle sallamaya başladım " dedi. Yok, yere zavallı kadını da korkutmuştum. Yanağından öptüm ve pirincin taşını beraber ayıklayarak babamın gelmesini bekledik. Ona da sordum o da bilmediğini, duymadığını söyledi. "Nasıl olur yaa? İki sülale de yüzyıllardır Sivas'ta mı oturmuş? Yav kardeşim bir insan hiç mi gezip dolaşmak, dış dünyayı görmek istemez! Ne yani herhangi bir zorunlu göç de yok diye hep orda mı takılmışlar. Pes yani bu kadar mı geniş olur bir insan yaa!" diye isyan ettim. Gülüp geçiştirdiler konuyu. Çaresiz odama gittim. Daha önce de dedim ya nasıl ki hiçbir getirisi olmadığı halde günlük muhasebe yapmam, yapılan her işi evraka dökmem, bu bi boka yaramayan evrakları tıpkı evdeki 20 yıllık su faturalarını saklar gibi saklamam ırsi ise benim bu duruntum, bu "yav iki dakka bi otur"cu tavrım da ırsiydi. Yüzyıllardır herhangi bir merakı ve maceracı ruhu olmayan atalarımın bana mirasıydı. Aslında çevre zorlamasa "Bu tavır bir insan için süper, ideal bir tavırdır. O istikrar, hareket çizelgesi yukarı çıksa ne yazar, aşağı düşse ne yazar" derim ama neyleyim ki çevre faktörü var. Yaşadığımız yıllarda, İstanbul gibi kozmopolit bir yerde insanlar istiyorlar ki hep bir hareket olsun, bir kıpır kıpırlık bünyeye hakim olsun istiyor. Misal gençsin, sonuçta sen de bir rahip değilsin bir takım ilişkilere girmek istiyorsun ama karşı taraf yadsıyor senin bu durgunluğunu. Böyle yaşayan biri olarak ikna kabiliyeti haliyle düşük biri, durumun güzelliğini süslü cümlelerle anlatamayacak biri olduğun için de iki güne kalmadan kaçırıveriyorsun elinden şahane bebeği. Doğal olarak tercih ediyor o kişi daha aksiyonlu şahısları, daha "Eee napıyoruz şimdi?"ci şahısları. Varsın tercih etsin diyorsun ama moralin de bozuluyor. Zaten moralinin bozulmasından başka bir şey de elden gelmiyor. Böyle bir sülalenin tercih edeceği en güzel meslek olan memurluk mesleğine sahip bir babanın size empoze ettiği kültürle büyüdüğünüz için bi de bu duruntuya korkaklık ve ortayolculuk da ekleniyor iyice lanetleniyorsunuz. Artık iflah olmaz bir "Aman aga hiç işim olmaz" adamı oluyorsunuz. Ne Müslüm Gürses gibi oluyorsunuz, ne de Mor ve Ötesi gibi kaygılar taşıyorsunuz. Sizin kaygınız elinde gitarıyla arabesk tonlamalar yapan fantezi müziğin genç prensi Baha'nın kaygılarına, durumunuz onun durumuna benziyor. En fazla Baha olabiliyorsunuz. Sonuçta da doğum günü gecenizi süper çıkarımlar yaptığınızı sanarak, ama onu da beceremeyerek salak bir şekilde geçiriyorsunuz. Ama size bişey söyleyeyim mi öyle de 25 (yada 24) seneyi rahatça deviriyorsunuz, böylede... Ben bunu yaşadım, ben bunu gördüm, ben ordaydım.

Hiç yorum yok: